Cem Demirer’in yazıp yönettiği Noksan, 77. Cannes Film Festivali’nde yer alan tek Türk yapımıydı, dünya prömiyerini orada yaptı. Festivalin Fransız Eleştirmenler Sendikası tarafından yeni yeteneklerin ödüllendirilmesi için 1962’den beri aralıksız düzenlediği ve önceki yıllarda Ken Loach, François Ozon, Wong Kar Wai gibi isimlerin de yarıştığı “Semain de la Critique” bölümünde, “Canal+ Ödülü”nün sahibi oldu.
Film, lunaparkta çalışırken farklı insanlarla ve varlıklarla etkileşime giren Mert adındaki bir kişinin ruhsal bunalımından yola çıkıyor, deneysel ve klasik bir anlatıyı izleyiciye sunuyor.
Demirer ile “Noksan”ı konuştuk.
Lunaparkta çalışan Mert’in içsel bunalımının bir kesitini izliyoruz. Senaryo da size ait. Nereden esinlendiniz?
Evrensel bir hikâye çekmek istiyordum, bu yüzden insan zihninin derinliklerine inmek istedim. Fakat konuya tam olarak nasıl yaklaşacağımdan emin değildim. “Noksan”ın ana teması, üzerine uzun zamandır düşündüğüm ve ufak ufak not aldığım bir fikirdi. Hatta filmdeki kaset bölümünün çok benzerini yıllar önce rüyamda görmüştüm. Ancak çekmeye karar vermem, sosyal medyada gördüğüm bir lunapark fotoğrafından sonra başladı.
Deneysel ve klasik anlatıyı harmanlıyorsunuz Noksan’da. Cesur bir girişim ve pek de ayrıksı durmayan bir düzlemde ilerliyor. Nasıl bir deneyimdi sizin için?
“Noksan”ı çekmeden önce hedeflediğim şeylerin başında, filmin sahnelerinin yer değişse bile anlam bütünlüğünü koruması gerektiği geliyordu. Bir nevi sıvı gibi. Her ne kadar olay örgüsü doğrusal ilerlese de sahneler arasındaki neden-sonuç ilişkilerini minimuma indirmeye çalıştım. Bazı sahneler tek başına anlam ifade etmese ve yarıda kesilse bile filmin hissel bütünlüğünün film bittiğinde tamamlanması gerekiyordu. Filmin asıl yapısını montaj aşamasında buldum. Bu tarz bir yaklaşım benim için hem keyifli hem de özgürleştiriciydi.
‘KISA FİLM BASAMAK DEĞİL’
“Hangnail” gibi “Noksan” da kısa bir kurmaca. 2022’deki iki Altın Koza ödüllü uzun metraj “Mendirek”ten sonra yeniden kısa filme yönelme tercihinizin nedeni nedir?
“Mendirek” filmini yazdığım süreçten itibaren çok zaman geçti ve sinemaya yönelik anlayışım oldukça değişti. Bu yüzden denemek istediğim birkaç şey vardı ve bunları gerçekleştirmek için en iyi yolun bir kısa film olduğunu düşündüm. Ben kısa filmleri, yönetmenlerin sinemayı öğrenmek için kullandığı bir platform olarak görüyorum. Yapmak istediklerimi uzun metrajda denemek çok fazla risk taşıyordu.
Sinema yaşamınızda hangisi daha çok yer kaplayacak? Kısa metraj, uzun metraj…
Açıkçası, kısa filmler de kendi içinde ayrı bir eser. Yani kısa filmleri her zaman uzun metraja giden bir basamak olarak görmemek lazım. Bu yüzden kısa film çekmeye devam etmeyi düşünüyorum. Fakat elbette uzun metraj projelerim de olacak.
Peki deneysel anlatıyı filmlerinizde görecek miyiz bundan sonra?
Bence bir filmi kâğıt üzerindeyken sonucun tamamen çalışacağını görmek ve “mükemmel” bir formüle oturtmak, sinemanın ruhundan eksiltiyor. Bazı şeylerin sonucunu kâğıt üzerinde değil de çektikten sonra görmek lazım. Bazı sahnelerin setteyken yazılması gerektiğine inananlardanım. Çünkü sette bütün oyuncaklar önünüzde olduğunda ve o ortamın içinde bulunduğunuzda çok daha yaratıcı olabiliyorsunuz. O anda aklınıza gelen fikirler her zaman daha özgün ve doğru oluyor. Ama yazdığınız senaryonun da buna izin vermesi lazım. Bu yüzden, evet, denemeye devam edeceğim.
Sizi heyecanlandıran ya da “Ödül almak isterim” diyeceğiniz yurtiçi ve yurtdışı festivalleri sorarak bitirelim söyleşimizi…
Şu anda bu yola girdiğimde hiç aklıma gelmeyen bir yere geldi film. Bu yüzden gidişattan çok memnunum. Yurtiçindeki festivallerde de göstermeyi çok isterim. Ancak yurtiçindeki birçok festival kısa film sınırı olarak 15-20 dakika koyuyor. Bu yüzden gösterebilecek miyiz bilmiyorum…
‘ANILAR ALGIMIZI ŞEKİLLENDİRİR’
Mert’in “Bir şeyler eksik gibi, sanki hatırlamam gereken şeyler varmış gibi” cümlesiyle başlayan hikâye, babaannesinin “Zaman alışmayı öğretiyor ama unutmayı asla” cümlesiyle bitiyor. Zaman kavramı üzerinde şekillenen bir hikâye diyebilir miyiz?
Evet, bir bakıma öyle. Ana temalardan biri, anılarımızın kimliğimizi yarattığı düşüncesi. Anılar, algılarımızı şekillendirir, kendimizi ve başkalarını nasıl gördüğümüzü etkiler. Ancak hatırlamadığımız ve hatırlamak istemediğimiz durumlar oluştuğunda, kimliğimizin parçalandığını hissedebiliriz. Filmde, bu konuya doğrudan ve dolaylı olarak dokunmaya çalıştım.